İran: Taşınıyoruzİran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, derinleşen ekolojik kriz ve su kıtlığı karşısında Tahran’ın artık başkent olarak varlığını sürdürülemez hale geldiğini belirterek ülkenin idari merkezinin taşınması gerektiğini açıkladı. “Artık başka seçeneğimiz kalmadı,” diyen Pezeşkiyan’ın bu açıklaması İran’da yıllardır tartışılan bir konuyu yeniden ülke gündeminin merkezine taşıdı.
Başkentin taşınması İran tarihinde sık karşılaşılan bir durum. Yönetim merkezinin yüzyıllar boyunca Tebriz, İsfahan ve Şiraz gibi şehirler arasında yer değiştirmesinin ardından 1786 yılında Kaçar Hanedanı’nın kurucusu Ağa Muhammed Han tarafından Tebriz yeni başkent olarak ilan edilmişti. Başkentin Tahran’dan taşınması ise 2000’lerin ortalarından beri tartışılan bir konu. İlk olarak eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, deprem tehlikesi nedeniyle başkentin taşınmasını önermişti.
Ahmedinejad’ın bu önerisi halefi Hasan Ruhani tarafından da çevresel problemler öne sürülerek benimsenmiş ve 2013 yılında İran Parlamentosu artan su kıtlığı nedeniyle zor günler yaşayan Tahran’ın taşınması yönündeki teklifi kabul etmişti. Somut bir adımın atılmadığı uzun bir sürecin ardından bu yılın Ocak ayında hükümet sözcüsü Fatıma Muhacerani ilgili kurumların olası taşınma senaryoları üzerinde yeniden çalıştığını açıklamıştı.

Kaynak: IQAir
Tahran’da bugün yaklaşık 18 milyon kişi yaşıyor olmasına rağmen çevre bölgelerde yaşayan ancak Tahran’da çalışanlar nedeniyle gün içinde şehrin nüfusu 20 milyonu buluyor. Üstelik İran Cumhurbaşkanlığı’nın son raporlarına göre, mevcut eğilimler devam ederse Tahran’ın nüfusu önümüzdeki 30 yıl içinde 20 milyon daha artabilir. Bu öngörü, şehrin altyapısının, ulaşım ağlarının, su ve enerji kaynaklarının böylesi bir yükü taşıyamayacağı anlamına gelmekte.
Başkentin taşınmasına dair tartışmaları en acil hale getiren mesele ise ülkenin hızla derinleşen su krizi. Bilim insanları uzun zamandır hem kenti hem de kent çevresinde sürdürülen tarımı beslemek için yapılan kontrolsüz su kullanımının İran’ın yeraltı sularını geri döndürülemez biçimde tükettiğini gösteriyor. Son araştırmalar, yoğun yeraltı suyu kullanımı nedeniyle İran’ın merkezi platosunun her yıl 35 santimetre çöktüğünü ve bu nedenle yılda 1.7 milyar metreküp suyun kalıcı olarak kaybedildiğini gösteriyor.
Ülke genelinde yağışlar da çok ciddi biçimde azalmış durumda. Yıllık yağış miktarı normal şartlarda 260 mm olması gerekirken geçen yıl 140 mm’ye düşmüştü, bu yıl ise bu değerin 100 mm’nin altında kalması bekleniyor. Buna rağmen Tahran tek başına ülkenin toplam su tüketiminin dörtte birini gerçekleştiriyor, bu da şehri sürdürülebilirlik açısından oldukça kırılgan bir noktaya taşıyor.
Azalan yağışlar nedeniyle barajlardaki doluluk oranları da kritik seviyede. İran’da yer alan 19 barajın su seviyesi bu yaz boyunca %3 ila %15 arasında kaldı. Nitekim bu yaz hava sıcaklıklarının bazı bölgelerde 50°C’yi bulmasıyla birlikte barajlarda elektrik üretiminin gerçekleşemedi. Bu süreçte İran’da geniş çaplı elektrik kesintileri yaşanırken hükümetin vatandaşlara su tasarrufu çağrısında bulunması geniş çaplı huzursuzluklara yol açmıştı
İran’ın su krizi güvenlik açısından da kendisine büyük sorunlar çıkarma potansiyeline sahip. Geçen ay İsrail Başbakanı Netanyahu, açıkça İran halkına seslenerek “eğer rejimi değiştirirseniz size ileri teknoloji su arıtma ve geri dönüşüm desteği sağlarız” mesajı vermişti. Bu açıklama, su kıtlığının İran için çevresel bir felaket olmanın ötesinde aynı zamanda jeopolitik manipülasyonlara açık bir güvenlik tehdidi haline geldiğini de gösteriyor.
Tahran’ın karşı karşıya olduğu bir diğer yapısal kriz ise hava kirliliği. Öyle ki bu sorun artık bir çevre meselesi olmaktan çıkıp doğrudan kamu sağlığı ve ekonomik güvenlik problemine dönüşmüş durumda. İran Sağlık Bakanlığı’nın son tahminlerine göre, ülke genelinde her yıl 59.000 kişi (saatte yedi kişi) hava kirliliğine bağlı olarak hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor. Hava kirliliğinin neden olduğu kayıpların ülke ekonomisine yükü ise 17 milyar doları aşıyor ki bu sayı İran’ın tüm sağlık bütçesinden daha fazla.
Hava kirliliğinde Tahran’ın coğrafi yapısı da etkili. Şehir dağların arasına sıkıştığı için hava akımı zayıf, kirli hava ise yer seviyesinde hapsoluyor. Bu durum, şehrin özellikle kış aylarında yoğun bir sis tabakasıyla kaplanmasına ve zehirli partiküllerin günlerce dağılmamasına neden oluyor. Durum öyle ciddi ki artık, tıpkı bu hafta olduğu gibi, hava kirliliği nedeniyle okulların kapanması bir rutin haline gelmiş durumda.
İran’da kişi başı karbon emisyonu 9.03 ton ile küresel ortalamanın neredeyse iki katı. İran’ın iklim planlarının uluslararası değerlendirmelerde “kritik düzeyde yetersiz” kategorisinde yer alması, ülkenin mevcut politikalarının bu eğilimi tersine çevirmekten uzak olduğunu gösteriyor. Yeni otomobil ithalatının sınırlı miktarlarda tutulduğu ülkede trafiği dolduran eski araçlar kirliliğin en büyük kaynaklarından biri olmaya devam ediyor.
Başkentin Tahran’dan taşınması tartışmasını hızlandıran bir diğer unsur ise kentin iki büyük fay hattı üzerinde yer alması. Uzmanlara göre başkent, bölgenin jeolojik yapısı nedeniyle büyük bir depreme son derece açık. Bu da İran’ın siyasi, ekonomik ve idari merkezinin saniyeler içinde felç olabileceği anlamına geliyor. Şehrin yoğun nüfusu, yüksek katlı yapılaşması ve eski altyapısı düşünüldüğünde Tahran’da gerçekleşecek büyük bir deprem can kayıplarının yanı sıra devletin işleyişini de anında durdurabilecek bir ulusal güvenlik riski olarak görülüyor.
Bütün bu tehditlerin yanı sıra bu hamle İran’ın rejim güvenliği açısından da stratejik bir karar. Geçtiğimiz yıllarda Mısır’da olduğu gibi Ortadoğu’da başkentlerin yer değiştirmesi çoğu zaman yönetimin güvenlik risklerinden uzak, daha kontrollü bir merkez kurma arzusuyla ilişkilendirilmekte. Tahran’ın kalabalık ve protestolara açık konumuna karşılık yoğun nüfustan uzak ve daha kolay denetlenebilir bir merkezin tercih edilmesi İran’da rejim güvenliği için önemli bir fırsat olarak görülüyor.
Yeni başkentin olası adresi olarak en ciddi şekilde konuşulan yer İran’ın güneydoğusunda yer alan Makran kıyıları. Uzun yıllardır başkentin taşınması tartışılıyor olsa da Pezeşkiyan yönetimi ilk kez bu bölgeyi açık ve resmi bir alternatif olarak gündeme taşımış oldu. Makran coğrafi konumunun yanı sıra bölgesel kalkınma planlarının merkezine oturtulan yeni bir ekonomik vizyonun parçası olarak da görülüyor.
Makran bölgesinde yer alan Çabahar, İran’ın okyanusa açılan kapısı olması nedeniyle stratejik öneme sahip. 2013’te İran ve Hindistan arasında imzalanan anlaşmayla Çabahar Limanı’nın geliştirilmesi hedeflenmiş ve Hindistan bu proje kapsamında 2 milyar dolarlık yatırım taahhüt etmişti. İran’a yönelik yaptırımlar nedeniyle bu ilerleme yavaşlamış olsa da Çabahar hala İran’ın Güney Asya, Orta Asya ve Afganistan bağlantıları açısından en önemli lojistik noktalarından biri.
Makran ekonomik potansiyeliyle cazip görünse de bölgenin Sünni nüfusun yoğunlukta olduğu ve tarihsel olarak merkezi yönetimle gergin ilişkileri olan Sistan ve Belucistan eyaletinde yer alması ciddi güvenlik ve altyapı riskleri barındırıyor. Ayrıca Makran’ın halihazırda sahip olduğu zayıf altyapı ve sınırlı devlet kapasitesi, büyük ölçekli bir idari taşınmayı hem mali hem de operasyonel açıdan zorlaştırıyor.
Üstelik Tahran’ın ülke merkezinde yer alan ve İsrail’in tüm saldırılarına rağmen “korunaklı” olarak görülen konumunun aksine Makran, hem Pakistan sınırına yakınlığı hem de açık denizlere uzanan coğrafyası nedeniyle dış tehditlere daha açık bir alan olarak görülüyor. Bu nedenlerle başkentin bu bölgeye taşınması hem ülke içinde hem de başta İsrail olmak üzere bölge ülkeleri ile ilişkilerde ciddi güvenlik açıklarına sebep olma potansiyeline sahip.
Başkentin Makran’a taşınması, çevresel ve güvenlik problemler kadar dev bir ekonomik yük anlamına da gelmekte. İranlı yetkililere göre böyle bir dönüşümün toplam maliyeti 100 milyar doların üzerinde olabilir. Yeni idari binaların inşası, altyapının sıfırdan kurulması ve kamu kurumlarının memurlarla birlikte taşınması düşünüldüğünde bu proje İran tarihinin en pahalı devlet girişimlerinden biri olmaya aday. Ekonomik sıkıntılarla boğuşan İran yönetiminin bu maliyetin altından nasıl kalkacağı ise büyük bir soru işareti.
Dijital Alanın Sahte Politik FigürleriGeçtiğimiz hafta X’in (eski adıyla Twitter) devreye aldığı “konum şeffaflığı” özelliği, platformdaki birçok politik hesabın aslında bambaşka coğrafyalardan yönetildiğini ortaya çıkardı. Yeni güncellemeyle Donald Trump’ın “Make America Great Again” (MAGA) hareketini destekleyen veya bu harekete karşı propaganda yürüten yüz binlerce takipçiye sahip bazı hesapların Bangladeş, Hindistan, BAE, Kenya ve Nijerya gibi ülkelerden yönetildiği anlaşıldı.
X’in ürün yöneticisi Nikita Bier verilerin %99 oranında doğruluk taşıdığını söylerken bu hesapların bir bölümünün konum bilgisi açığa çıktıktan hemen sonra isim değiştirdiği, profillerini güncellediği ya da tamamen silindiği tespit edildi. Bütün bu gelişmelerin üzerine X, bu yeni özelliği bazı hesaplardan kaldırırken yakında yeni bir güncelleme yapılacağını duyurdu.

Donald Trump’ın sıkı destekçisi olan birkaç hesap özellikle dikkat çekici. Mart ayında kurulduktan sonra hızla büyüyerek 65 binden fazla takipçiye ulaşan “America First” (Önce Amerika) isimli hesap X’in verilerine göre Bangladeş merkezli. Söz konusu hesap, profilinde İslami retorikte sık karşılaşılan “iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” düsturuna benzer şekilde “promoting good and resisting evil” ifadesini kullanırken kendisini “Trump’a oy vermiş eski bir liberal” olarak tanıtmaktaydı.
Benzer şekilde yarım milyondan fazla takipçiye sahip olan ve Donald Trump’ın bile Truth Social hesabında kendisinden doğrudan alıntı yaptığı “Fan Trump Army” (Trump Hayranları Ordusu) isimli hesabın ise Hindistan merkezli olduğu ortaya çıktı. Hesabın sahibi ise konumunun ortaya çıkmasının ardından profilini “Amerika’yı, Trump’ı ve Musk’ı seven bir Hintli” olarak tanımlayacak şekilde güncelledi.
Bir milyondan fazla takipçisi olan ve Donald Trump’ın kızı Ivanka’ya adanmış olan “Ivanka News” hesabının Nijerya’dan yönetildiğinin ortaya çıkmasının ardından hesabın yöneticisi, “ABD dışında yaşasak bile Trump hareketini samimiyetle destekliyoruz” mesajını paylaştı. Aşırı sağın önemli sosyal medya figürlerinden 1,2 milyon takipçili “Ian Miles Cheong” hesabının ise BAE merkezli olduğu ortaya çıktı.
Trump ve MAGA hareketi destekçisi hesapların yanı sıra Trump karşıtı hesaplarda da benzer bir durum görülüyor. Kendini “gururlu bir Demokrat” ve “profesyonel MAGA avcısı” olarak tanımlayan 52 bin takipçili bir hesabın gerçekte Kenya merkezli olduğu belirlenirken söz konusu hesap konum bilgisi ortaya çıktıktan kısa süre sonra tamamen silindi. Benzer şekilde “Trump Is My President” (Benim Başkanım Trump) adlı hesap da Makedonya’dan yönetildiği ortaya çıktıktan kısa süre sonra kapatıldı.
ABD’nin yanı sıra aynı kimlik manipülasyonu İsrail destekçisi hesaplarda da kendisini gösteriyor. Örneğin yarım milyona yakın takipçisi bulunan ve düzenli olarak Filistin karşıtı içerikler üreten “VividProwess” hesabının konumunun Hindistan olduğu ortaya çıktı. Gazze’nin yıkımını destekleyen ifadeler kullanan hesap, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi öven paylaşımlar ile Hindistan–İsrail ilişkilerinin güçlendirilmesi yönünde propaganda içerikleri de üretiyordu.
Günümüzde genellikle sosyal medyanın neden olduğu bilgi kirliliğinden veya kutuplaştırma etkisinden bahsedilirken sahte kimliklerin ve anonim bot hesaplarının etkisi göz ardı edilmekte. Görüldüğü üzere bugün bir kullanıcı kilometrelerce uzakta yaşasa dahi dijital ortamda kendisine eski bir liberal, Trump sevdalısı, MAGA avcısı, göç karşıtı Amerikalı işçi gibi sahte kimlikler inşa ederek paylaşımlarda bulunabiliyor.
Üstelik bu dijital kimlikler coğrafyadan, kişisel deneyimlerden, vatandaşlıktan ve sınıfsal bağlamdan tamamen kopuk olsa bile insanlar üzerinde güçlü bir duygusal etki oluşturabilme potansiyeline sahip. Bu durumun bir sonucu olarak dijital mecralarda siyasetten spora kadar geniş bir alanda devam eden tartışmalar gerçek insanların tekdüze taklitleri tarafından sürdürülürken doğal olarak daha karmaşık değer yargılarına sahip olan “gerçek insanlar” bu kutuplaşmış tartışma ortamında bir taraf seçmeye mecbur durumda kalıyor.
Böylelikle gerçek kullanıcıların oluşturduğunu varsaydığımız dijital dünya aslında giderek bot hesaplar tarafından sürdürülen yankı odaları ile kimlik manipülasyonlarının iç içe geçtiği bir alan haline geliyor. Böylece siyasal ortamın duygusal zemini manipüle edildiğinde, toplumun kendi içinde verdiği kararlar da manipüle edilebilir hale geliyor. Böyle bir ortamda kamusal tartışmanın özü, yani farklı deneyimlerin karşılaşması ve müzakere edilmesi neredeyse imkansızlaşıyor.
X’in konum şeffaflığı güncellemesi, bu kırılgan yapının görünür olmasını sağlamış olsa da mesele teknik bir “şeffaflık” sorunun ötesinde. Asıl mesele, dijital alanın politik meşruiyet üretme kapasitesinin kimler tarafından, hangi motivasyonlarla ve nasıl kullanıldığı. Özellikle daha az gelişmiş ülkelerde yaşayan bu kullanıcıların hangi motivasyonla veya ne karşılığında böyle hesaplar yönettiği de ayrı bir soru işareti.
Tüm bu örnekler, dijital alanın dışarıdaki “gerçek” toplumun bir yansıması olmaktan giderek uzaklaştığını ve küresel ölçekte üretilmiş karikatür kimliklerin baskın olduğu bir mecraya dönüştüğünü gösteriyor. Böyle bir ortamda siyasi söylemin destekçileri ile siyasi kararların etkilenenleri arasındaki mesafe giderek açılıyor, kamusal tartışmalar ise gerçek bireyler arasındaki karşılaşmadan ziyade yapay kimliklerin yönlendirdiği bir simülasyona dönüşüyor.
Yağmurun ve Ateşin Altında Ortadoğu’da Hayatta KalmakOrtadoğu bu hafta Gazze ve Suriye’de yaşanan iki karanlık manzarayla sarsıldı. Suriye’nin güneyinde İsrail’in son dönemde düzenlediği en ağır baskında 13 kişi yaşamını yitirdi. Aynı günlerde Gazze’de sağanak yağmur, İsrail tarafından barınma hakkı bile elinden alınmış yüz binlerce insanın çadırlarını yerle bir etti.
Biri İsrail’in doğrudan yürüttüğü askeri operasyonların, diğeri ise sürdürdüğü soykırım politikasının altyapısal sonuçlarının neden olduğu yıkımın içinden gelen bu görüntüler, İsrail’in “güvenlik” söylemi ile sivillerin hayatta kalma mücadelesi arasındaki uçurumu daha da görünür kılıyor.
Suriye’nin Beit Jinn köyüne düzenlenen ve hayatını kaybedenler arasında çocukların da bulunduğu saldırı, İsrail tarafından rutin bir “militan operasyonu” olarak sunuldu. Ancak bu açıklama, baskının daha geniş bir bağlamda ne anlama geldiğini gizleyemiyor. Bu operasyon, 1973 ateşkesinden bu yana dokunulmaz kabul edilen askerden arındırılmış tampon bölgenin İsrail tarafından fiilen ihlal edilmesi anlamına geliyor.

Kaynak: AP Photo/Abdel Kareem Hana
Esad rejiminin çöküşünden bu yana İsrail, Suriye’nin güneyinde sessizce ilerleyerek sınırları sahada yeniden çiziyor ve uluslararası anlaşmaları askeri güç kullanarak aşındırıyor. Bu yaklaşım, İsrail’in güvenliği sağlama iddiasının bölgedeki güç boşluklarını daha da derinleştiren bir fiili işleyişe dönüştüğünü gösterir nitelikte.
Bu sırada Gazze’de yaşananlar, İsrail’in soykırım politikalarının “ateşkes” sağlandığında bile sona ermediğini bir kez daha ortaya koyuyor. Şiddetli yağmurun ardından onlarca çadırın çökmüş, bazılarının rüzgarla savrulmuş olması ilk bakışta doğal bir afet gibi görünse de aslında tamamen insan eliyle oluşturulmuş bir yıkımın sonucu.
Nitekim Gazze’nin altyapısı İsrail’in iki yılı aşan bombardımanlarıyla neredeyse tamamen yok edildi. Neredeyse tüm binalar ve yollar yıkılırken su ve kanalizasyon hatlarının büyük çoğunluğu çalışamaz hale geldi. Bu nedenle yağmur, burada bir mevsimsel hava olayı olmaktan çıkıp insanların yaşam alanlarını tehdit eden bir felakete dönüşüyor.
Bugün saldırılardan sağ çıkmış yaklaşık 900 bin kişi çamur ve enkaz arasında hayatta kalmaya çalışıyor. Gazze genelinde ise 1.5 milyon insan, en temel ihtiyaçlara bile erişim olmaksızın yaşam mücadelesi veriyor. Elektrik yok, temiz su yok, sağlık hizmeti yok ve İsrail’in süregelen ablukası, bu koşulları her geçen gün daha da ağırlaştırıyor.
Yağmurun çadırları yıkması ile bombaların evleri yıkması arasında görünürde bir nitelik farkı olsa da ikisini birleştiren şey İsrail’in sivillerin yaşam alanlarını sistematik biçimde yaşanamaz hale getirmesi. Bu iki olay yan yana getirildiğinde İsrail’in “güvenlik” adına attığı her adımın bölgedeki siviller için yeni güvensizlik biçimleri ürettiği açıkça görülüyor.