#12

#12 Gri Bölge

ABD’nin Nadir Toprak Elementleri Diplomasisi

Son günlerde ABD, nadir toprak elementleri alanında üç önemli adım attı. İlk olarak, beş Orta Asya ülkesinin lideri ile Beyaz Saray’da gerçekleştirilen C5+1 zirvesinde nadir toprak elementleri alanında yatırım antlaşmaları yapıldı. Ardından ABD, Hint-Pasifik ülkeleriyle art arda benzer antlaşmalar imzaladı. Son olarak geçtiğimiz hafta Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı ağırlayan Trump, nadir toprak elementleri alanında işbirliğini öne çıkaran ABD–Suudi Arabistan Stratejik Çerçevesi’ni duyurdu.

Bu üç gelişme ABD’nin Çin’e olan bağımlılığını kırmak amacıyla yeni bir jeoekonomik mimari kurduğunu gösteriyor. Çin bugün savunma sanayinden elektrikli araçlara kadar geniş bir kullanım alanına sahip olan nadir toprak elementlerinde küresel madenciliğinin yaklaşık %70’ini, işleme kapasitesinin ise %90’ın üzerinde bir kısmını kontrol etmekte. ABD ise kendi kullandığı nadir toprak elementlerinin %80’ini ithal ederken tedarikin büyük bölümünde Çin’e bağımlı.

Nadir toprak elementi tedarik zinciri

ABD’nin nadir toprak elementlerinde son günlerdeki ilk hamlesi Orta Asya ülkeleriyle yapılan antlaşmalarla geldi. Beş Orta Asya ülkesi Kazakistan, Kırgizistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan ile ABD arasında düzenlenen C5+1 Zirvesi kapsamında ülkeler arasında Soğuk Savaş’tan kalan ticaret kısıtlamaları kaldırılırken nadir toprak mineralleri alanında da yatırım ve işbirliği kararı alındı.

ABD’li Traxys’in Özbekistan ile 1 milyar dolarlık maden antlaşması imzalamasının ardından ABD ile Kazakistan arasında da 17 milyar dolar değerinde kapsamlı bir ticaret paketi duyuruldu. Paketin içinde Air Astana için 7 milyar dolar değerinde Boeing 787-9 uçağının sıra demiryolu yatırımları da dikkat çekiyor.

Ticaret antlaşmalarının ötesinde Kazakistan, İsrail ile İbrahim Antlaşmaları’na katılan son ülke oldu. Her ne kadar iki ülke 1992’den bu yana diplomatik ilişkilere sahip olsa da Kazakistan’ın bu girişime resmi olarak dahil olması, Trump’ın ilk döneminde başarılı bir diplomatik açılım olarak sunulan İbrahim Antlaşmaları’nı yeniden canlandırma çabasına sembolik bir katkı niteliği taşıyor.

ABD’nin nadir toprak elementleri alanındaki ikinci büyük hamlesi ise Hint-Pasifik bölgesinde şekillendi. ABD’nin Avustralya, Japonya, Malezya ve Tayland ile art arda imzaladığı yeni nadir toprak elementleri antlaşmaları bölgedeki tedarik zincirini yeniden yapılandırmaya yönelik kapsamlı bir girişim. Bu çerçeve, ABD’nin nadir toprak elementleri alanında alternatif merkezler oluşturarak Çin’in bölgesel jeoekonomik ağına sistematik bir karşı ağırlık geliştirme stratejisinin önemli bir ayağı olarak görülüyor.

Avustralya ile yapılan antlaşmaya göre iki ülke, önümüzdeki altı ay içinde stratejik projelere birer milyar dolar yatırım yapmayı taahhüt ediyor. Japonya ile imzalanan antlaşma ise ticaret hacmi olarak daha belirsiz olsa da kapsam yönünden oldukça geniş. Fiyat istikrar mekanizmaları, izin süreçlerinin sadeleştirilmesi, jeolojik haritalama, geri dönüşüm programları ve yatırım tarama süreçlerinin uyumlaştırılması gibi son derece kritik unsurlar antlaşmanın merkezinde yer alıyor.

Çin’in bölgedeki ekonomik etkisi ise karşı hamlenin neden bu kadar acil olduğunu açıkça gösteriyor. Zira 2005–2024 arasında Çin’in Avustralya’nın madencilik sektörüne yaptığı yatırım 100 milyar doların üstünde. Çinli şirketler Endonezya’nın nikel üretim kapasitesinin yaklaşık %75’ini elinde bulunduruyor. Malezya’daki Kuantan Limanı ise Çin’in bölgesel operasyonlarında kritik lojistik merkezi olarak işlev görüyor. 2005-2024 yılları arasında Endonezya’ya 69,4 milyar dolar, Malezya’ya 37 milyar dolar ve Vietnam’a 31,7 milyar dolar değerinde yatırım yapan Pekin, Hint-Pasifik bölgesinde maden, enerji ve taşımacılık altyapısının büyük bir bölümünde belirleyici aktör haline gelmiş durumda.

Üçüncü cephede ise Washington’ın Suudi Arabistan ile kurduğu yeni stratejik ortaklık bulunuyor. Beyaz Saray’da gerçekleştirilen görüşmelerde iki ülke özellikle savunma sanayinde kullanılan ağır nadir toprak elementlerini kapsayan yeni bir Stratejik Çerçeve ilan etti. Bu kapsamda ABD Savaş Bakanlığı, Suudi Arabistan’da kurulacak yeni bir nadir toprak elementi rafinasyon tesisinin %49 hissesini finanse edeceğini açıkladı.

Suudi Arabistan, dünyanın en değerli nadir toprak rezervlerinden bazılarına sahip. Ülkenin sahip olduğu “ağır” nadir toprak elementleri savaş uçakları, füzeler ve radar sistemleri gibi ABD’nin en gelişmiş teknolojilerinin temel girdileri arasında yer alıyor. Bu nedenle ABD’nin Suudi Arabistan ile kurduğu yeni ortaklık askeri kabiliyet, yüksek teknoloji kapasitesi ve enerji dönüşümü açısından doğrudan ulusal güvenlik boyutu olan stratejik bir yatırım anlamına geliyor.

Büyük resme bakıldığında Washington’ın üç bölgede attığı adımların aynı stratejinin birbirini tamamlayan parçaları olduğu açıkça görülüyor. Orta Asya’da yürütülen girişimler ABD’nin kritik minerallerin çıkarım aşamasına doğrudan erişim sağlamasını hedeflerken Hint-Pasifik’te kurulan yeni çerçeve antlaşmaları bu ham maddelerin işlenmesi, rafine edilmesi ve ara ürünlere dönüştürülmesi gibi daha ileri aşamalarda alternatif üretim merkezleri oluşturmayı amaçlıyor.

Suudi Arabistan ile yapılan işbirliği ise nadir bulunan ağır nadir toprak elementlerinin rafine edilmesi gibi yüksek katma değerli ve stratejik açıdan en hassas üretim hattını çeşitlendirmeye hizmet ediyor. Bu üç ayak bir araya geldiğinde, ABD’nin Çin’in üretimden işlemeye uzanan hakimiyetine karşı çok merkezli ve coğrafi olarak geniş alana yayılmış bir tedarik mimarisi inşa etme hedefi net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Ukrayna’da Yardım-Yolsuzluk Gerilimi

Avrupa Birliği’nin 1,35 milyar euroluk yeni yardım paketi Ukrayna üzerindeki reform baskısını daha da artırırken adalet ve enerji bakanlarının büyük bir yolsuzluk soruşturması nedeniyle istifa etmesi dikkatleri yeniden “yardım–yolsuzluk” denklemine çevirdi. Rusya’nın saldırıları devam ederken yardım akışının en kritik dönemde gerçekleştiği bu atmosferde, Ukrayna hem fonlara erişmek hem de kurumsal güvenilirliği korumak arasında giderek daha hassas bir denge kurmak zorunda.

Avrupa Birliği’nin Ukrayna’ya sağladığı 1,35 milyar euroluk yardım paketi, Brüksel–Kiev ilişkilerinde yardım akışı ile yolsuzlukla mücadele arasında nasıl bir denge kurulacağı sorusunu gündeme taşıyor. Savaşın ortasında olan bir ülkeye devasa finansman sağlanırken kurumsal denetim zayıflıyor ve olağanüstü yetkiler genişliyor. Bu nedenle AB, yeni yardımı açık bir uyarı eşliğinde onayladı. Yolsuzlukla mücadelede geri adım atılırsa fonlar ve üyelik süreci risk altına girecek.

AB’nin yayımladığı rapor, Ukrayna’yı “güçlü reformcular” arasında gösteriyor ancak bu kategorinin korunmasını yolsuzluk karşıtı kurumlarının bağımsızlığına bağlıyor. Böylelikle AB’nin yardımı Ukrayna’nın savaş sonrası siyasi mimarisini şekillendiren bir koşulluluk mekanizması haline geliyor. Kiev’in hedefi müzakereleri 2028’e kadar tamamlamak olsa da AB standartlarının karşılanmasının yanı sıra Rusya’nın muhtemel tepkisi işleri daha karmaşık hale getiriyor.

Ukrayna yardım süreciKaynak: Reuters

Bu sertleşen yaklaşım, Ukrayna’nın savaş döneminde yaşadığı kaçınılmaz yönetim zorluklarını AB’nin stratejik bir politika noktasına dönüştürüyor. Brüksel yönetimi bir yandan fonların yerinde kullanımı sağlamak için çabalarken diğer yandan bu fonları belli konularda bir politik araç olarak da kullanıyor. Ukrayna’nın yeniden inşa süreci yüz milyarlarca euro gerektireceği için Ukrayna’nın AB fonlarına bağımlılığı önümüzdeki dönemde de devam edecek. Bu da AB’nin Ukrayna üzerinde üyelik öncesi dönemde görülmemiş büyüklükte bir etkiye sahip olmasını sağlıyor.

Tam da bu yardım–yolsuzluk denkleminde Kiev’deki son skandal dengeyi daha kırılgan hale getirmiş durumda. Ukrayna Nükleer Enerji Üretim Kuruluşu Energoatom üzerinden yürütüldüğü iddia edilen büyük çaplı yolsuzluk soruşturması nedeniyle Adalet Bakanı German Galushchenko ve Enerji Bakanı Svitlana Hrynchuk’un istifaları AB’nin endişelerini doğrular nitelikte.

Bakanların savaşın ortasında enerji fonlarından yolsuzluk yapmakla suçlanması Ukrayna’nın kurumsal denetim kapasitesinin ne kadar zorlandığını da göstermekte. Devlet Başkanı Zelenski’nin iki bakanı istifaya çağırması hem iç kamuoyuna hem de Brüksel’e verilen bir “güven tazeleme” mesajı olsa da aynı zamanda Ukrayna’nın yolsuzluk sorununu tam olarak çözemediğinin bir itirafı niteliğinde.

Brüksel yönetimi, geçtiğimiz yıllarda Doğu Avrupa ve Balkanlar’da gerçekleştirdiği hızlı genişleme süreçlerinin ardından ortaya çıkan yolsuzluk sorunlarından ders çıkarmış görünüyor. AB, yardım fonlarının toplum içinde gerçekten ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığını da yakından takip etmek istiyor. Ukrayna gibi savaş koşullarında yaşayan bir ülkede, fonların şeffaf dağıtımı toplumun devlete olan güveninin korunması, insani yardımların etkinliği ve sosyal dayanıklılığın sürdürülmesi açısından da kritik bir unsur.

Brüksel, gönderdiği paranın bürokratik elitler ya da yerel güç ağları tarafından “yeniden yönlendirilmesini” engellemek için daha sıkı şartlar koyarken bu yaklaşım aynı zamanda Ukrayna’daki sivillerin gerçekten ihtiyaç duydukları desteğe ulaşabilmesi için de bir güvence sağlamayı amaçlıyor. Ancak şartlılık mekanizması güçlendikçe, yardımın hızının ve esnekliğinin azalması riski de ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yardımın denetlenebilir olması kadar sahada gecikmeden işleyebilmesi, savaşın etkisi altındaki insanlar için hayati önem taşıyor.

Sonuç olarak AB–Ukrayna ilişkilerinin merkezine yerleşen temel meselelerden birisi yardım ile yolsuzlukla mücadele arasındaki yeni güç dengesi. Bu denge, Ukrayna’nın hem savaş sonrası yeniden yapılanmasında hem de Avrupa ailesine katılma sürecinde belirleyici olacak. AB yardım fonları Ukrayna’nın kurtuluşu olabilir ancak aynı zamanda ülkenin gelecekteki dış politika kaderini ve yeni oluşacak muhtemel bağımlılık ilişkilerini şekillendirecek en güçlü unsurlardan birisi.

Akıllı Şehirler Ne Kadar Güvende?

Norveç’te yapılan testlerin ortaya çıkardığı bulgular Avrupa’da teknoloji güvenliğine dair en yeni bir endişeye neden oldu. Çinli Yutong şirketine ait elektrikli otobüslerin uzaktan durdurulabilir ve tamamen devre dışı bırakılabilir olduğu tespit edildi. Kamu ulaşım operatörü Ruter’in testleri, Çin menşeli araçların yazılım, batarya ve güncelleme sistemlerinde üreticiye geniş erişim sağladığını gösteriyor. Teknolojik olarak pratik bir “servis erişimi” gibi görünen bu durum, ulusal güvenlik tartışmalarında bambaşka anlamlar taşıyor.

Bulgunun en kritik yönü, riskin bir “hackleme” meselesinden ibaret olmaması. Sorun, doğrudan Çin’deki bir şirketin araca erişim hakkına sahip olması. Bu, herhangi bir kriz anında otobüslerin toplu şekilde durdurulabileceği, kamu ulaşımının felç edilebileceği ve bunun siyasi bir baskı aracına dönüşebileceği anlamına geliyor.

Toplumsal açıdan mesele daha da derin. Oslo’da 300’den fazla Çin yapımı otobüs aktif olarak kullanılıyor. Kamusal güvenlik, ulaşım sürekliliği ve kriz anında devlet kapasitesi gibi temel kavramlar, kurumların yetkinliğinin de ötesinde ürün tedarik zincirlerinin jeopolitiğiyle de iç içe geçmiş durumda. Toplumlar farkında olmasa da tek bir komutla ulaşım sisteminin işlevsiz kalabileceği bir dönemde yaşıyor.

Akıllı şehir güvenliğiKaynak: AP

Bu gelişme, Avrupa’da uzun süredir tartışılan “stratejik otonomi” kavramını tekrar gündeme taşıyor. Akıllı şehir, elektrikli araçlar ve yeşil dönüşüm gibi yeni teknolojiler, devletlerin güvenlik mimarisinde yeni zafiyet noktalarına neden olma potansiyeline sahip. Aynı riskler Almanya’daki akıllı trafik sistemlerinde ve Fransa’daki tren altyapısında tartışılıyor. Dijital çağın yeni teknolojileri böylelikle toplumsal kırılganlık üreten mekanizmalara dönüşebiliyor.

Oslo’daki otobüslerin internet bağlantısı kesilerek “yerelleştirilmiş kontrol” moduna geçebilmesi kısa vadeli bir çözüm. Ancak asıl sorun, kamusal altyapılarda ne kadar yabancı dijital bağımlılık bulunduğu. Bu durum, gelecekte elektrikli araçlardan enerji şebekelerine, akıllı trafik sistemlerinden kamera ağlarına kadar geniş bir teknolojik alanın yeniden düşünülmesini gerektiriyor.

Bir başkentte toplu taşımayı durdurmak, teknik bir kesintinin ötesinde ekonomik hayatın yavaşlamasına, güvenlik birimlerinin hareket kabiliyetinin azalmasına ve kamu düzeninin sarsılmasına yol açabilir. Üstelik bu gibi zaafiyetler uluslararası krizlerde de sessiz bir koz olarak masada olma ihtimaline sahip.

Dijital bağımlılık bu nedenle giderek daha fazla egemenlik meselesi haline gelmiş durumda. Ulaşım altyapısı gibi temel bir sistemin dış politik gerilimlerde bir “koz” olarak kullanılabileceği ihtimali, dijital çağda ulusal güvenliğin artık fiziksel sınırlardan çok daha fazlası olduğunu gözler önüne seriyor.
Gri Bölge
23 Kasım 2025
-ABD’nin Nadir Toprak Elementleri Diplomasisi -Ukrayna’da Yardım-Yolsuzluk Gerilimi -Akıllı Şehirler Ne Kadar Güvende?