#14

#14 Gri Bölge

Dünyanın En Büyük Nükleer Santrali (Yeniden) Açıldı

Küresel enerji talebi son yıllarda öngörülerin ötesine geçen bir hızla yükseliyor. Bu durumun başlıca nedenleri arasında yapay zeka sistemlerini ayakta tutan devasa veri merkezleri ve iklim krizi nedeniyle artan enerji tüketimi gibi sebepler yer alıyor. Bunlara jeopolitik belirsizlikler, tedarik zincirlerinin kırılganlığı ve ülkelerin enerji arz güvenliğine ilişkin endişeleri eklenince tüm dünya nükleer enerjiye dönüş tartışmalarıyla tekrar yüzleşiyor.

Bugün 31 ülkede faaliyet gösteren yaklaşık 440 reaktör küresel elektriğinin %9’unu üretiyor. Ayrıca 15 ülkede toplam 70 yeni reaktörün ise inşası devam ediyor. İlginç olan şu ki geçmişte nükleer enerjiden çıkış planlarını açıklayan Almanya gibi ülkeler de artık bu pozisyonlarını gözden geçiriyor. Bu politika değişiminin son örneği ise geçtiğimiz günlerde Japonya’da yaşandı.

Japonya, dünyanın en büyük nükleer tesisi olan Kashiwazaki-Kariwa santralinin Mart 2026’ya kadar yeniden faaliyete geçmesi için gerekli adımların atıldığını duyurdu. Toplam 8.2 gigawatt kapasitesi ve yedi reaktörüyle devasa bir enerji üretim makinesi olan bu tesis, 2011’de yaşanan deprem ve tsunami felaketinin ardından kapatılan nükleer tesislerden sadece biriydi.

11 Mart 2011 günü Japonya’nın doğu kıyısı 9.0 büyüklüğündeki devasa depremin şiddetiyle sarsıldıktan hemen sonra yükselen tsunami dalgalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Tsunami dalgaları nedeniyle Fukuşima Daiichi nükleer santralinde yer alan reaktör binaları suyla dolarken soğutma sistemleri çökmüş ve kısa süre içinde erime başlamıştı. Bu felaket ve yayılan radyasyon nedeniyle ise 150 bin insan evini terk etmek zorunda kalmıştı.

Yaşanan bu olay Japonya’da nükleer enerjiye dair bir güven krizine yol açarken ülkedeki neredeyse tüm nükleer reaktörler durdurulmuştu. Bugün, Fukuşima’nın üzerinden on yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen felaketin ağırlığı hala hissediliyor. Toprakta ve suda yüksek seviyede bulunan radyasyonun yanı sıra evlerine dönememiş insanlar Japonya’nın nükleer enerji politikalarını belirleyen görünmez bariyerler olarak varlığını sürdürmekte.

Japonya’nın nükleere dönüş kararında kritik bir aşama olan Kashiwazaki-Kariwa santralinin açılmasına dair tartışmalar ise en çok da santralin bulunduğu Niigata prefektöründe hissediliyor. Son aylarda yapılan anketler bölge halkının bu konuda neredeyse tam ortadan ikiye bölündüğünü gösteriyor. Bölge halkının %50’si santralin yeniden açılmasını desteklerken %47’si ise buna karşı bir tutuma sahip.

Kaynak: AP Photo

Bölge meclisinin 22 Aralık’ta gerçekleştireceği oylama, bu gerilimin resmi zemine taşındığı an olacak. Karar her ne olursa olsun nükleere dönüş konusundaki bu kutuplaşmışlık Japonya’nın enerji dönüşümünün ne kadar çok katmanlı olduğunu bir kez daha göstermekte. Ancak Japonya’daki tartışmayı tam olarak anlamak için nükleer enerjinin küresel enerji güvenliğindeki rolünü ve küresel değişim eğilimini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Nükleer enerji hala birçok ülkenin enerji güvenliği anlayışının temelinde yer alıyor. Örneğin nükleer enerji dendiğinde akla gelen ilk ülkelerden birisi olan Fransa günümüzde elektriğinin yaklaşık %70’ini nükleer enerji ile üretirken nükleer enerjiyi ulusal stratejik gücünün bir parçası olarak görmeye devam ediyor. Ukrayna, Slovakya ve Macaristan gibi ülkeler de toplam elektrik üretimlerinin yaklaşık yarısını nükleer enerjiden sağlıyor.

Gelişmiş ekonomiler dünyadaki aktif reaktörlerin %70’ine ev sahipliği yapıyor ancak gelişmekte olan ekonomiler de her geçen gün artan enerji talebi nedeniyle nükleer enerjiye yönelik yatırımlarını artırıyor. Üstelik nükleer enerji, yükselen ekonomiler için uluslararası sistemde büyük oyuncu statüsüne yaklaşmanın sembolik bir yolu haline de geliyor. Hal böyle olunca nükleer enerji yatırımlarında yükselen ekonomilerin payı her geçen gün artıyor.

Diğer yandan, geçtiğimiz yıllarda nükleer enerjiden uzaklaşarak alternatif enerji kaynaklarına yönelen ülkeler de bu kararlarını gözden geçirme aşamasında. Geçtiğimiz aylarda Danimarka’da kırk yıllık nükleer enerji yasağının yeniden tartışmaya açılması ve Tayvan’ın iki reaktörün yeniden kullanıma başlaması için gerekli adımları atması küresel nükleer enerji stratejisinin nasıl hızla dönüştüğünü gözler önüne seriyor.

Kısacası, nükleer enerji bugün watt cinsinden bir hesap olmaktan çıkıp devletlerin güvenlik mimarisinde bir yeniden konumlanmanın anahtar unsuruna dönüşmüş durumda. Japonya’nın nükleere dönüş adımları ise bugün küresel çapta süregelen eğiliminin bir yansıması. Tedarik zincirlerindeki jeopolitik aksaklıklar ile özellikle Avrupa’nın yaşadığı enerji kırılganlığı nükleer enerjiyi yeniden küresel enerji mimarisinde gündeme taşıyor.

Honduras Seçimlerine Trump Müdahalesi

Honduras’ta geçen hafta halk yeni devlet başkanını seçmek için sandık başındaydı. Ancak seçimler bu mütevazı Orta Amerika ülkesinin yeni başkanının kim olacağından daha büyük bir anlama sahip. Seçim sürecine damgasını vuran şey ise adayların vaatlerinden ziyade ABD Başkanı Trump’ın seçimlere müdahil olması oldu. Seçim sonuçları henüz kesin olarak belli olmasa da kampanya sürecinde öne çıkanlar bugün Latin Amerika’nın siyasal yönünü şekillendiren dinamiği gözler önüne seriyor.

ABD Başkanı Donald Trump, Honduras’ta sandıklar kurulmadan önce muhafazakar aday Nasry Asfura’ya açık desteğini belirtirken rakibi Salvador Nasralla’yı ise komünizmin sınırlarında olmakla suçladı. Bu ifadeyi sadece sert bir kampanya retoriği olarak okumak yetersiz olur. Zira Trump’ın bu söylemi, ABD’nin Latin Amerika siyasetinin Soğuk Savaş’tan miras kalan keskin ideolojik çerçevesini yeniden canlandırır nitelikte.

Trump’ın Asfura’ya destek açıklamasının hemen ardından gelen bir diğer mesaj ise daha sert ve daha açık bir güç gösterisiydi. Öyle ki Donald Trump kendi desteklediği adayın seçilmemesi halinde ABD’nin Honduras’a sağladığı mali yardımı kesebileceği yönünde uyarıda bulundu. Bu durum şüphesiz ABD’nin Soğuk Savaş’tan bu yana bölgeye ihraç etmeye çalıştığı “demokrasi” anlatısıyla çelişen bir tablo.

Bir yandan seçimlerin özgür iradeye dayanması gerektiği vurgulanırken öte yandan Honduras’ın seçim sonuçlarına yönelik böyle bir mali baskı tehdidi, ABD dış politikasının gerçek önceliklerini de açık biçimde ortaya koyuyor. Dış politika önceliklerinin demokratik söylemin önüne geçmesinin bir diğer dikkat çekici örneği ise ABD’de tutuklu bulunan eski Honduras Devlet Başkanı Juan Orlando Hernandez’in Trump tarafından affedilmesi oldu.

Uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle 45 yıl hapis cezasına çarptırılan Hernandez’in affedilerek bir yandan Asfura’nın seçmenlerine büyük motivasyon sağlarken diğer yandan ABD hukuk sisteminin bile Latin Amerika’daki siyasi denklemde bir koz olarak kullanılabileceğini bir kez daha göstermiş oldu. Özellikle kurumlara güvenin en dip seviyelere kadar düştüğü ABD’de gerçekleşen bu af, ABD toplumunda siyasi etik tartışmalarını bir kez daha gündeme taşıyor.

Kaynak: Reuters

Trump’ın Honduras’taki müdahalesini sadece iki aday arasındaki rekabeti etkileme çabası olarak görmek aslında hikayenin en yüzeyde kalan kısmını okumak olur. Daha derinde, Venezuela’da Maduro başta olmak üzere ABD karşıtı liderlere karşı, Trump’ın gayriresmi liderliği altında birlikte El Salvador’da Nayib Bukele’den Arjantin’de Javier Milei’ye kadar uzanan kurumlardan ziyade kişisel ilişkilere dayalı yeni bir siyasi blok oluşuyor.

Honduras bu eksende kritik bir durak. Ekonomik büyüklüğüyle veya bölgesel ağırlığıyla öne çıkan bir ülke olmasa da siyasi yöneliminin yönü bugün Latin Amerika’da esen yeni rüzgarın hızını ve kapsamını gösterecek bir barometre niteliğinde. Nasry Asfura’nın olası bir galibiyeti Trump’ın önderlik ettiği bu siyasi zincire yeni bir halka eklemek anlamına gelecek. Bu nedenle Honduras seçimi basit bir ulusal tercihin ötesinde bir öneme sahip.

Latin Amerika tarihi, dış güçlerin desteklediği ittifakların ve ideolojik kutuplaşmalarının siyaset üzerindeki etkilerine yabancı olmasa da bugün Honduraslı seçmenler önümüzdeki dönemde belki de bölgenin hangi siyasi hat üzerinde ilerleyeceği konusunda belirleyici bir seçim süreci geçirdi. Fakat Honduras’ta sandıklar açıldıkça ortaya çıkan tablo aynı zamanda derin bir belirsizlik ortamına da işaret ediyor.

Honduras Seçim Kurulu, perşembe akşamı itibarıyla oyların %87’sinin sayıldığını ancak kalan %17’lik bölümde “tutarsızlıklar” bulunduğunu açıkladı. Bu bilgi zaten tansiyonu yüksek olan sürece yeni bir gölge düşürdü. Zira tutarsızlık gibi ifadeler diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Honduras’ın da seçim tarihinde defalarca tekrarlanan yapısal bir güven problemine işaret ediyor.

Üstelik sayım ilerledikçe Honduras’ın kaderinin yalnızca birkaç on bin oya bağlı olduğunu ortaya çıktı. Ülkede başkan tek turlu ve basit çoğunluk sistemiyle seçiliyor, yani %50+1 çoğunluk aranmaksızın ilk turu kazanan başkan seçiliyor. Dolayısıyla kimin öne geçtiği, kimin birkaç bin oyla geride kaldığı kritik bir anlama sahip. Oyların %87’si sayılmış durumdayken kalan oyların tutarsızlıklar nedeniyle sayımının gecikmesi soru işaretlerini de artırıyor.

Elde edilen resmi verilere göre Trump’ın desteklediği aday Nasry Asfura oyların %40.19’unu, Liberal Parti’nin adayı Salvador Nasralla ise %39.49’unu almış görünüyor. İki aday arasındaki fark ise yaklaşık olarak 20 bin oy. Honduras’ın nüfusunun 10 milyon civarında olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu fark çok kritik bir seviyede. Aradaki fark çok az olsa da siyasal anlamı bölgenin geleceği açısından çok büyük.

Bu noktada tabloyu asıl kırılgan yapan şey farkın küçüklüğünün yanı sıra tutarsız olduğu belirtilen %17’lik oy diliminin hala inceleniyor olması. Her yeni açıklama, seçim sürecinin adil olup olmadığına dair derinleşen şüpheleri yeniden tetikliyor. Bu, Honduras’ın demokrasi deneyiminin hassas bir nokta üzerinde durduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Zira Honduras şu an bölge siyasetinin tam ortasında aradaki ufak oy farkı kadar ince bir siyasal dengede asılı duruyor.

Mayınsız Dünya Hedefinden Uzaklaşılıyor

Geçtiğimiz hafta International Campaign to Ban Landmines tarafından Landmine Monitor 2025 Raporu yayımlandı. Rapora göre geçen yıl altı binden fazla mayın vakası kaydedilirken bunların 1945 tanesi ölümle sonuçlandı. Böylece mayın kaynaklı kayıplar 2020’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. Daha da çarpıcısı ise kurbanların neredeyse %90’ının sivil olması.

Savaşın tarafı olmayanların, savaş bittikten sonra bile riskin merkezinde kalmaya devam etmesi uluslararası hukukun sivillerin korunması düsturuna meydan okuyor. Örneğin Afganistan’da mayın kurbanlarının %77’sini çocuklar oluşturuyor. Çocukların arazilerde oynaması veya okula yürürken patikaları kullanması gibi en sıradan faaliyetler bile böylece ölümcül riskler barındırmaya devam ediyor.

Mayınların etkisinin en çarpıcı şekilde yaşandığı ülkelerden birisi Suriye. Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından pek çok aile yıllar sonra evlerine dönme kararı aldı. Ancak yıkılmış binaların ve harap olmuş tarlaların altında yer alan mayınlar savaşın üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen hala can almaya devam ediyor. Bu durum Suriye’nin savaş sonrası normalleşe sürecinde hala birçok meselenin çözüm beklediğini gösteriyor.

Myanmar ise bambaşka bir dinamiğin sonucu olarak raporun en karanlık sayfalarını oluşturuyor. Ülke geçen yıl kaydedilen 2000’den fazla mayın vakasıyla bu alanda dünyada lider. Zira iç çatışmaların sürdüğü ülkede hem güvenlik güçlerinin hem de diğer silahlı grupların düşük maliyetli ve kolay kullanıma sahip olan silahı yoğun biçimde kullandığı biliniyor.

Kaynak: DW

1999’da yürürlüğe giren Ottawa Sözleşmesi, kara mayınlarına karşı uluslararası toplumun kurduğu en kapsamlı yasak rejimi olarak kabul edilse de görüldüğü üzere mayın kaynaklı can kayıplarını önleme konusunda hala tam olarak yeterliliğe sahip değil. Anlaşma, devletlerin mayın kullanmasını, stoklamasını, üretimini ve transferini yasaklıyor. Aynı zamanda mayın temizleme gibi yükümlülükler de getiriyor.

Prenses Diana’nın Angola ve Bosna-Hersek gibi mayın tarlalarının yoğun olduğu bölgelerde gerçekleştirdiği kampanyaların ve Soğuk Savaş’ın bitişinin verdiği silahsızlanma ortamının bir sonucu olarak ortaya çıkan Ottawa Sözleşmesi’ne günümüzde 166 ülke taraf. Bir diğer deyişle dünya nüfusunun %85’i mayınsız bir gelecek vaadi üzerine kurulmuş bir normlar bütününe dahil durumda.

Üstelik taraf devletlerin yarısından fazlası, geçtiğimiz yıl içinde topraklarındaki mayın kirliliğini azaltmayı başardı. Bugüne kadar 31 ülke mayın temizliğini tamamen tamamlarken Umman geçtiğimiz yıl bu listeye eklenen son ülke oldu. Ayrıca bu yıl Marshall Adaları ve Tonga da sözleşmeye katıldığını açıkladı. Ancak bu dönemde ilerlemeyi gölgeleyen kırılmalar da göz ardı edilemeyecek kadar büyük.

Örneğin geçtiğimiz yıl mayından arındırılan toplam alan miktarı bir önceki yıla göre azaldı. Bunun en önemli nedeni ise mayın temizliği programlarının en büyük fon sağlayıcılarından biri olan ABD’nin sağladığı fonların Trump’ın göreve gelmesiyle kesintiye uğraması. Daha da endişe verici olan ise büyük güçlerin sözleşmeye taraf olmamasının sahada neden olduğu ağır insani sonuçlar.

Sözleşmeye taraf olmayan Rusya’nın Ukrayna’daki geniş çaplı işgal operasyonunda on milyona kadar mayın döşemiş olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca ABD, Çin, Hindistan, Pakistan, İran, İsrail, Mısır, Kuzey Kore ve Güney Kore gibi ülkeler hala sözleşmeye taraf değil. Bu ülkelerin önemli bir kısmının aktif çatışma bölgelerinde yer alması mayın yasağının küresel uygulanabilirliğini zayıflatıyor.

Sözleşmeye taraf olmayan ülkelerin elindeki stoklar mayınların gelecekteki kullanım potansiyeline dair de ciddi bir uyarı niteliğinde. Rusya 26,5 milyon mayın stoku ile bu alanda açık ara lider konumda. Ardından gelen Çin, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerin ise 4-6 milyon arasında mayın stoku olduğu tahmin ediliyor. Sözleşmeye taraf olmamasına rağmen üretimi durdurduğunu açıklayan ABD’nin stoku ise 3 milyon.

Mayın kullanımına karşı küresel yasak rejimini en güçlü şekilde benimseyen Avrupa’nın bugün aynı rejimden uzaklaşmaya başlaması ise sözleşmenin geleceğine dair en ciddi kırılmayı oluşturuyor. İlk olarak Ukrayna, Rus ilerleyişini yavaşlatmak adına sözleşmeden çekildiğini açıklamıştı. Ukrayna’nın ardından Estonya, Finlandiya, Letonya, Litvanya ve Polonya da Rus tehdidi nedeniyle sözleşmeden çekilme sürecine girmiş durumda.

Bu kopuşun işaret ettiği daha geniş bir gerçeklik var. Rusya’ya karşı kendini tehdit altında hisseden ülkelerde güvenlik kaygıları doğal olarak uluslararası normların önüne geçiyor. Kendisini Avrupa toplumunun bir parçası olarak gören bu ülkelerde dahi uluslararası hukuk yerine jeopolitik zorunlulukların belirleyici hale gelmesi önümüzdeki dönem hakkında da çeşitli öngörüler sağlıyor.

Ottawa Sözleşmesi, her ne kadar büyük güçler tarafından imzalanmamış olsa da savaşın en ayrım gözetmeyen silahına karşı küresel ölçekte oluşturulmuş bir mutabakat oluşturmaktaydı. Ancak bugün hem savaş alanlarından gelen veriler hem de Avrupa ülkelerinin sözleşmeden çekilme kararları bu normun bir erozyonla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.
Gri Bölge
9 Aralık 2025
-Dünyanın En Büyük Nükleer Santrali (Yeniden) Açıldı, -Honduras Seçimlerine Trump Müdahalesi, -Mayınsız Dünya Hedefinden Uzaklaşılıyor