ABD hükümeti, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki bütçe krizinin aşılamaması nedeniyle geçtiğimiz hafta resmen “kapandı”. Trump liderliğindeki Cumhuriyetçiler, Demokratların sağlık sigortası maliyetlerini düşüren vergi indirimlerini uzatma talebini reddetti. Bunun sonucunda Kongre, yeni mali yılı finanse edecek yasayı çıkaramayınca devletin fonları kesildi.
Bu gelişme, 2018’de yaşanan ve 35 gün süren kapanmanın ardından Trump başkanlığındaki ikinci büyük kapanma oldu. Trump kanadı ise bunu devletin “şişmiş bürokrasisini” küçültmek ve kendi seçmen tabanına “devleti küçültme” vaadini yerine getirmek için bir fırsat olarak görüyor. Bu yaklaşım, Trump yönetiminin kapanmanın uzamasını göze aldığını ve bürokrasinin daralmasını siyasi bir kazanım olarak gördüğünü göstermekte.
Kapanma nedeniyle yaklaşık 750 bin kamu çalışanının zorunlu izne çıkarılması bekleniyor. Örneğin ABD Sağlık Bakanlığı, personelinin %41’ini geçici ücretsiz izne göndermeyi planladığını açıkladı. ABD’nin havacılık kurumu Federal Havacılık İdaresi de kapanma nedeniyle 11.000 çalışanını ücretsiz izne çıkarıyor. Üstelik uçuş güvenliği açısından kritik görevlerdeki personel çalışmaya devam edecek olsa da maaşlarını alamayacak. Aynı şekilde, bazı ordu mensupları da ödemelerin durmasıyla karşı karşıya.

ABD’deki “kapanma” teknik bir isimlendirmeden ibaret görünse de temel bir soruyu akıllara getiriyor: Bir devlet gerçekten kapanabilir mi? Işıkları söndürülen bir bina veya kepenkleri indirilen bir şirket gibi devlet de durdurulabilir mi yoksa “devletin kapanması” dediğimiz şey bambaşka bir gerçeğe işaret eden bir metafor olarak mı değerlendirilmeli?
Bu sorunun yanıtı için devletin en bilinen tanımına dönmek yerinde olur. Max Weber’e göre devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde meşru fiziksel şiddet tekeline sahip olmalıdır. Yani devletin varlığı aynı zamanda toplum nezdinde taşıdığı meşruiyete dayanır. Eğer yurttaşların kurumlara yönelik güveni erir ve devlet mekanizması halk nezdinde meşruiyetini kaybederse geriye yalnızca şiddet aygıtı ve kağıt üzerinde bir otorite kalır. Dolayısıyla bugün konuşulan kapanma teknik bir terimden ibaret görünse de ABD aslında gerçek anlamıyla “devletin kapanma” riskiyle, kurumsal meşruiyetin giderek ortadan kalkmasıyla karşı karşıya.
Devletin kapanmasını bu bağlamda ele aldığımızda veriler ABD’deki bu sessiz çöküşü gözler önüne seriyor. Urban Institute’un analizine göre, 1979’dan bu yana ABD’de “büyük kurumlara güven” %22 düştü. Dahası, ABD bugün G7 ülkeleri arasında %49 ile kurumlarına en az güvenilen ülke konumunda. Bir diğer deyişle uzun yıllar boyunca dünyanın “demokrasi modeli” olarak anılan ülkede toplumun yarısından fazlası artık kendi kurumlarına güvenmiyor. Weber’in tanımıyla söylersek, şiddet tekeli meşru olmaktan çıkıp yalnızca kaba kuvvete dayanan bir aygıta dönüşmüş durumda.
Klasik İslam siyaset felsefesinde devletin sürekliliği “Daire-i Adliye” kavramıyla açıklanırdı. Buna göre adalet olmazsa düzen çöker, düzen çökerse devlet ayakta kalamaz. Bugün ABD’de bu adalet anlayışı kırılmış görünüyor. Gallup verilerine göre Amerikalıların yalnızca %35’i adalet sistemine güveniyor ki bu şimdiye kadar ölçülen en düşük seviye. Anayasa Mahkemesine olumlu bakanların oranı ise 2020’den bu yana %22 geriledi. Daha da önemlisi, adalete güven artık ortak bir toplumsal zeminden öte keskin bir kutuplaşmayı yansıtır hale gelmiş durumda. Öyle ki Cumhuriyetçi Parti seçmenlerinin %71’i hâlâ mahkemelere güvenirken Demokrat Parti seçmenlerinde bu oran sadece %26.
Adalet dairesi kırıldığında zincirin bir sonraki halkası siyasettir. Bugün ABD’de siyaset bir temsil mekanizması olmaktan ziyade büyük bir meşruiyet boşluğunu gözler önüne seriyor. Öyle ki halkın %56’sı Cumhuriyetçi Parti’ye, %58’i ise Demokrat Parti’ye olumsuz bakıyor. Yani iki büyük partiye de halkın çoğunluğu güvenmiyor. Kongre hakkında olumlu görüşlere sahip olanların oranıysa yalnızca %34. Daha da sarsıcı olan, Amerikalıların %77’si siyasal sistemin köklü bir reforma ihtiyacı duyduğunu düşünürken 18-34 yaş aralığında bu oran %80’e çıkıyor. Bir diğer deyişle başta genç kuşak olmak üzere Amerikalılar bambaşka bir düzeni arzuluyor.
ABD’de yaşanan hükümet kapanması ilk bakışta teknik bir bütçe krizi gibi görünebilir. Ancak mesele, devletin varlığını sürdüren zeminin ne olduğu sorusuyla ilişkili. Weber’in tanımı bize devletin toplumun rızasına dayanan bir meşruiyet düzeni olduğunu hatırlatıyor. Bugün bu düzenin çatladığını gösteren işaretler açık. Adalet ve siyaset sistemine duyulan güven dip seviyelere inmiş durumda. Dolayısıyla ABD’de yaşanan kapanma, birkaç haftalık bir idari duraklamanın ötesinde devlet ile toplum arasındaki bağın kırılganlığını gösteriyor.
Geçtiğimiz hafta Almanya’da AfD milletvekili Maximilian Krah’ın yardımcılığını yapan Çin kökenli Jian Guo’nun Çin devleti adına casusluk yaptığı ortaya çıktı. Krah’ın Avrupa Parlamentosu bünyesindeki görevi sırasında gizli belgeleri Pekin’e ileten ve Almanya’daki Çinli muhalifleri takip eden Guo, 4 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu dava, Çin’in Avrupa’da klasik diplomatik kanalların ötesine geçerek “içeriden sızma” stratejisiyle nüfuz kurduğunu da şimdiye kadarki en açık şekliyle gözler önüne seriyor.
Guo olayı bireysel bir vakanın ötesinde Çin’in Almanya’daki görünmez nüfuz ağının bir yansıması. Ancak Almanya’nın karşı karşıya olduğu tehdit yalnızca Çin’den gelmiyor. Ülke, aynı anda Rusya’nın da çok katmanlı hibrit savaş yöntemlerinin hedefinde. Üstelik Putin yönetimi artık klasik casusluk yöntemlerinin de ötesinde dijital çağın olanaklarını kullanarak hareket ediyor. Öyle ki casuslar, sosyal medya platformlarının karanlık köşelerinde, çoğu zaman farkında bile olmadan işbirlikçiye dönüşen sıradan vatandaşlar arasından devşiriliyor

Geçtiğimiz ay Alman makamları, Rus istihbarat servislerinin sosyal medya üzerinden “tek kullanımlık ajanlar” (disposable agents) topladığını duyurarak vatandaşlarını bu faaliyetlere karşı uyarmıştı. Bu kişiler, ideolojik manipülasyon ya da maddi çıkar yoluyla sabotaj, dezenformasyon ve psikolojik operasyonlarda kullanılmak üzere seçiliyor. Amaç bilgi toplamanın da ötesinde toplumsal algıyı şekillendirmek. Böylece, görünüşte bireysel eylemlerden oluşan bir dizi küçük olay koordineli bir psikolojik savaşın parçasına dönüşüyor.
Bu tabloyu doğrulayan olaylar da geçtiğimiz dönemde art arda geldi. Geçtiğimiz Mayıs ayında üç kişi, Rusya adına Ukrayna’ya patlayıcı paketler göndermeye çalışırken Alman makamları tarafından yakalandı. Nisan ayında ise Almanya’da iki kişi Rusya için casusluk yaptığı ve özellikle ülkenin Ukrayna’ya desteğini baltalayacak saldırılar planladıkları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Mart ayında İngiltere’de görülen bir başka davada ise bir Bulgar vatandaşı, Almanya’daki ABD askeri üslerini istihbari amaçlarla gözetlediği gerekçesiyle Rusya adına casusluk suçundan mahkum edildi.
Bu olaylardan en çarpıcı olanlardan biri ise geçtiğimiz yıl yine Almanya’da gerçekleşmişti. Ukrayna, Rus ve Ermeni asıllı üç kişi, Rus istihbaratı adına bir Ukraynalı savaşçıyı öldürme planı yaparken yakalandı. Bu olay, Almanya’da artan casusluk vakalarının artık bilgi hırsızlığının ötesine geçip infaz operasyonlarına dönüştüğünü de ortaya koyuyor. Rusya’nın Avrupa’daki hibrit stratejisi artık gözetleme ve manipülasyonun da ötesinde spesifik hedefler belirleyip ortadan kaldırmaya kadar uzanıyor.
Yine geçtiğimiz yıl bir Alman subayın Rus ordusuna askeri bilgiler sızdırdığı gerekçesiyle 3,5 yıl hapse mahkum edilmesi ise Rusya’nın Almanya’da artan istihbarat faaliyetlerinin ölçeği hakkında önemli bir gösterge. Üstelik bu olay aynı zamanda Almanya’nın kurumsal yapısının içinde yaşanan bir sadakat krizine işaret ediyor. Zira bu durum, Rusya ile Avrupa arasında süregelen hibrit savaşın Ukrayna sınırlarını aşarak Almanya’nın askeri hiyerarşisine kadar nüfuz ettiğini göstermekte. Her şeyin bir silaha dönüştüğü bu çağda Almanya, belki şimdilik sınırlarından olmasa da kendi içindeki casusluk faaliyetlerinden kuşatılıyor.
Sonuç olarak savaş, cephelerin ötesinde yaşanmaya devam ediyor. Görünürde barışın hakim olduğu Almanya’da sessizce olsa da bilgi akışının, dijital ağların ve toplumsal algının kontrolü üzerine bir savaş devam etmekte. Öyle ki askerlerin yerini, en azından şimdilik, casuslar almış durumda. Zira süregelen savaş Alman topraklarında bilgilerin ve zihinlerin ele geçirilmesi üzerine kuruluyor.
Bu görünmez savaşta en tehlikeli olan, saldırıların çoğu zaman içeriden geliyor oluşu. Toplumun güven dokusu, kurumlara olan inanç ve ortak hakikat duygusu yavaş yavaş aşınmakta. Almanya özelinde yaşananlar istihbarat servislerinin mücadelesinin ötesinde Avrupa’nın kendi direncini, dayanıklılığını ve birliğini sınayan yeni bir dönemin işaretleri. Ukrayna topraklarında patlayan silahların yankısı tüm Avrupa’da sosyal medyanın, haber akışlarının ve gündelik konuşmaların içinde yaşamaya devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun YouTube hesabı herhangi bir gerekçe gösterilmeden erişime kapatıldı. Kapatılmadan önce 200 binden fazla abonesi bulunan kanal, Maduro’nun ulusa sesleniş konuşmalarını ve Venezuela Devlet Televizyonu’nda yayınlanan haftalık programından klipleri paylaşıyordu. Bu karar, YouTube’un içerik yayınlanan bir platform olmaktan çıkıp giderek siyasal alanın aktif bir aktörü haline geldiğini bir kez daha gösterdi.
YouTube’un son yıllardaki uygulamaları, platformun video paylaşım niteliğinin ötesinde bir jeopolitik aktöre dönüştüğünü gösteriyor. Platform, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından RT ve Sputnik gibi Rus medya kanallarını kapatmış, İran’a ait PressTV hesabını ise “topluluk kurallarının ihlali” gerekçesiyle herhangi bir ön bilgilendirme olmaksızın silmişti. Buna karşın son dönemde İsrail’in Gazze’deki soykırımını meşrulaştıran reklam kampanyalarına YouTube’da yer verilmesi, platformun “tarafsızlık” iddiasını zayıflatan bir başka unsur olarak öne çıktı. Maduro örneğiyle birlikte tüm bu gelişmeler, YouTube’un ABD’nin dış politika öncelikleriyle uyumlu hareket eden bir dijital diplomasi aracına dönüştüğünü ortaya koyuyor.

Ne var ki YouTube’un siyasi çizgisi tutarlı olmaktan ziyade özellikle iç politikada değişen güç dengelerine göre pragmatik bir çizgide ilerliyor. 6 Ocak Kongre baskını sonrasında Donald Trump’ı platformdan engelleyen YouTube, iki yıl süren yasağın ardından Trump’ın hesabını yeniden açmış ve 2024 seçimleri yaklaşırken genellikle Trump yanlısı söylemlerden oluşan “seçim yalanlarını” engelleyen politikasını da geri çekmişti. Geçtiğimiz hafta ise şirket, Trump’ın açtığı davayı sonuçlandırmak için 24,5 milyon dolar ödemeyi kabul etti. Bu gelişme, platformun ABD’nin dış politika önceliklerinin yanı sıra ülke içindeki güç dengelerine göre de hareket ettiğini gösteriyor.
Günümüzde ABD merkezli teknoloji devleri gerçeğin sınırlarını çizmekte. Google, Meta ve X gibi şirketler küresel bilgi akışını yöneten sistemler haline gelerek dijital kamusal alanın adeta hakemleri konumuna yükseldi. Hangi haberin doğru, hangi sesin tehlikeli olduğuna karar veren bu platformlar teknik birer araç olmaktan çıkıp ABD dış politikasının görünmez uzantılarına dönüşmüş durumda. Böylece “tarafsız algoritma” miti, aslında belirli çıkarları gözeten bir içerik hiyerarşisini gizliyor. Zira artık bir videonun milyonlara ulaşması ya da sessizce gömülmesi bu şirketlerin politikalarına bağlı.
Bu süreçte devletlerin siyasi meşruiyeti de giderek teknoloji devlerinin kurallarına bağımlı hale geliyor. Hal böyle olunca şu soru kaçınılmaz biçimde akla geliyor: Bir lider, halkına ulaşmak için özel bir platformun onayına muhtaçsa, o ülkenin egemenliği nerede başlar ve nerede biter? Bu durum devletlerin temeli olan egemenlik kavramını kökten dönüştürürken veri merkezlerine, içerik politikalarına ve görünmez algoritmik kararlara dayanan yeni bir egemenlik biçimi doğuyor.
YouTube bu yeni egemenlik biçiminin en önemli aktörlerinden birisi. Bir dönem “ifade özgürlüğünün sembolü” olarak görülen platform, bugün kimin konuşup kimin susturulacağına karar veren küresel bir otoriteye dönüşmüş durumda. Maduro’nun susturulması, Trump’la uzlaşma süreci ve İsrail’in propagandasına alan açılması bu gücün ne kadar seçici kullanılabildiğini gösteriyor. Dijital çağın egemenliği artık devletler ile platformlar arasında paylaşılıyor. Görünürde tarafsız olsa da bir hayli politik olan bu yeni düzenin altında Batı dünyası kendi değerlerini koruma iddiasıyla bilgi akışını merkezileştiren, farklı sesleri sistematik biçimde filtreleyen yeni bir kontrol mimarisi inşa ediyor.
-Bir Devlet Nasıl Kapanır? -Almanya’nın Görünmez Savaşı -Video Platformundan Politik Aktörlüğe
Gazze'de işlenen savaş suçlarını soruşturmak üzere Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne (ICC) destek veren üç Filistinli sivil toplum kuruluşu, geçtiğimiz günlerde ABD'nin yaptırım listesine alındı. Bir yan...